Sanatın dallarından en çok edebiyatla ilgiliyken son zamanlarda müzik ve resimle de ilişki kurmaya başladım. Bu bağ oluşurken aracı olan sözcükler, notalar, renkler ya da çizgiler gibi gözükse de aslında her biri duygulara dokunduğu ölçüde etkili olmayı başarıyor.
Son zamanlarda gezdiğim sergiler resme olan ilgimi arttırdı. Bir tabloya bakınca ardında yatan hikayeyi anlamlandırmaktan keyif almaya başladım. En son gittiğim bir sergide her tabloyu başlığıyla ilişkilendirerek inceledim. Her biri ayrı bir hikaye, ortak olan ise sınırlar… Tıpkı yaşamdaki gibi! Hepimiz hukuki, ahlaki, dinsel, toplumsal kimi zaman fiziksel sınırlarla kuşatılmış durumdayız. Çoğu zaman birilerinin yada bir şeylerin yörüngesindeyiz sanki … Sınırları zorlamak istesek de oldukça kalın duvarlarla çevrili etrafımız… O duvarları büsbütün yıkamasak da bireysel özgürlüklerimiz, duygu ve düşüncelerimizle onları görünmez kılabiliriz belki…Yeter ki zihnimizde sınırlar olmasın!
Sınırlar bizi kısıtlıyor, alanımızı daraltıyor özgürlüğümüzü alıyor gibi gözükse de bir taraftan yaşamımızı düzenliyor, kolaylaştırıyor ve rahatlatıyor. Sınırların ortadan kalktığı bir dünya nasıl olurdu kim bilir?
Sevgili Deniz Atalay bu konuyu resimlerinde nasıl işlediğini şöyle anlatıyor:
‘Sergimdeki resimlerin fonunda yer alan yoğun konturlar, yaşamı kuşatan sınır ve yörüngeleri, konturlar arasındaki renk geçişleri, kontrastlar ve armoni ise yaşanılan çatışmalar arasındaki ahengi betimlemektedir’
Ben resimleri kendimce şöyle yorumladım:
Bizleri kısıtlayan inançlar, işe yaramayan öğretiler ve düşünce şekillerimiz resimdeki konturları oluşturuyor, kendi tutsaklığımızı yaratıyor adeta… Öte yandan başkalarına çizdiğimiz sınırlar kendi alanımıza sahip çıkarak yaşamımızı rahatlatıyor ve sözü edilen çatışmaların ahengini oluşturuyor.
Toplumsal sınırlar içinde kendi sınırsızlığımızı yaratabilirken, ilişkilerimizdeki sınırsızlığın bir sınırı olmalıdır diye düşünüyorum.