"YAŞAMDA HER ŞEY BİR YANKI GİBİ KARŞILIĞINI BULUR"
 | 

Zaman Üzerine Çağrışımlar

Zaman nedir? Bir başlangıcı sonu var mıdır? Ya da zaman zamansız mıdır?

Bizlerin varlığından bağımsız olarak düşünebilir miyiz? Yoksa insan bilincinin bir tasarımı mı zaman?

Buna benzer sorular tarih boyunca birçok düşünürün, filozofun, bilim adamının zihnini meşgul etmiş ve birbirlerinden farklı fikirler ortaya koymuşlardır. Bilim, felsefe, mitoloji veya metafizikle ilgilenenler için zaman değişik boyutlarda düşünülebilir. Kendi yaşamımızın dar kalıpları içinde ele alırsak zaman kavramını nasıl yorumlarız?

Tanımlamaya kalksak her birimiz farklı çağrışımlarda buluşabiliriz gibi geliyor. Zaman’ı hem süreç hem de tarih olarak düşünebiliriz. Kimi için bir dönem, bir çağ; kimi için de geçmiş, gelecek ve yaşanan an’ dan oluşan yaşamın kendisidir zaman…

Doğduğumuz andan başlayarak bir zaman harcamaya başlıyoruz.

Biz miyiz zamanı yitiren? Yoksa zaman içinde yiten biz miyiz?

Bana kalırsa zamanın içinden geçip gidiyoruz… Tükenen zaman değil, ömrümüz sanki…

Zamanın içini neyle doldurduğumuz yaşam kalitemizin ölçüsü oluyor bir bakıma… Biz her şeyi zamanda yaratıyoruz. Benjamin Franklin’in dediği gibi yaşamın en önemli hammaddesi zaman… Hepimize zaman eşit olarak verilmiş, her gün her birimizin 24 saati var, onu nasıl kullandığımızda yaptığımız seçimler belirleyici oluyor. Hepimiz zamansızlıktan yakınırız, ancak en hoyratça harcadığımız şey de zaman olmuyor mu?

Çoğumuz kör bir telaşla koşuyoruz, koşmamız gerektiğini düşündüğümüz yolu, zamanla yarışıyoruz adeta… Yolun başında bir an önce büyüme telaşıyla, sonraları zamanın nasıl akıp gittiğine akıl erdiremeden tüketiyoruz onu… Biz onu tükettik sanırken aslında onun bizi tükettiğini fark ettiğimizde vakit çok geç olabiliyor. Satın alamayacağımız, telafisi olmayan, yerine konamayan, kontrol edemediğimiz bir şey zaman… İnsanoğlu her ne kadar ona hükmetmeye çalışsa da çabaları boşuna bir uğraş olmaktan öteye geçemiyor. Hiçbir barikat kum saatinin delice aktığı ince belini tıkamaya yetmiyor. Biz istediğimiz kadar yönetmeye çalışalım zamanı, o hiç de boyun eğecekmiş gibi gözükmüyor. Sanki bizler saati değil, saat bizi kuruyor çoğu zaman. Programlanmış gibi yaşıyor, iç saatimizi görmezden geliyoruz. Her an mümkün olmasa da bedenimizin saatine ara sıra kulak verdiğimizde saniyelerin nasıl akıp gittiğini gösteren kelepçelerden kurtulmuş oluyoruz bir bakıma…

Zaman aslında hiçbir etkide kalmadan doğal akışı içinde ilerliyor. Bizim algımıza göre hızla aktığı, yavaşladığı hatta durduğu oluyor. Çok keyif alarak, tutkuyla yaptığımız her işte zaman su gibi akarak varlığını hissettirmezken; zorla, istemeden bulunduğumuz her yerde kendini olanca ağırlığıyla hissettiriyor. Öyle anlar vardır ki zamanın yasaları geçerli değil gibidir, bunlara büyülü anlar deriz. Bir dağın zirvesinden manzaraya bakarken, ya da okyanus damlalarının kıyıya vuruşunu seyrederken, bir şeyler yaratmanın esrikliği içindeyken ya da aşk ateşiyle kavrulurken; işte böyle anlarda plan, kaygı ve bellek önemini yitirir. Zaman durmuştur.

Yaşamımızın zamanı saatlerin gösterdiği zamanla gerçekten aynı mıdır? Yelkovan hiçbir şeyden etkilenmeden her zamanki turunu tamamlarken, bizler için saatlerin ilerleyişi değişken olabiliyor. İçinde bulunduğumuz duygular ve koşullar zamanı nasıl algıladığımızı etkileyebiliyor.

Fransız düşünürü Voltaire bu konuda şöyle der:

‘Zaman tasarladığımız projelerin gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. Bekleyen biri için ondan daha yavaş, hoşlanan biri için de ondan çabuk geçen bir şey yoktur. Büyüklüğü ile sonsuzluğa kadar uzanır; küçüklüğü ile sonsuz parçalara bölünebilir. Herkes onu ihmal eder, herkes onu yitirmekten üzüntü duyar. İnsanın en değerli hazinesi zamandır!

Zamanımızın kıymetini gerçekten bilebiliyor muyuz?

Bana öyle geliyor ki zamanımızın çok olduğu yanılsaması, değerini fark etmemizin önüne geçiyor. Oysa ki sınırlı zamanımızın kaldığını öğrensek yaklaşımımız aynı olur muydu?

Budistler her sabah omuzlarındaki düşsel kuşa sorarlarmış:

O gün bugün mü?

Bunun cevabını bilmemiz olanaksız olsa da her günümüzün son günümüz olma ihtimali var. Bunu anımsamamız bile her şeyi farklı bir gözle görmemizi sağlamaz mı?

Geçen gün, bir beyin cerrahının konuşmasını dinledim. Kanserle mücadele eden bir hastası bir gün kendisine şöyle demiş: İki yılda 50 yıldır yapmadığım, ertelediğim her hayalimi gerçekleştirdim. Bunu söyledikten kısa bir süre sonra da yaşam veda etmiş. Beyin cerrahı konuşmasını şu soruyla bitiriyor: Neden her günümüzü son günümüzmüş gibi yaşayamıyoruz?

Murathan Mungan Şairin romanı adlı kitabında bu konuda şöyle diyor: ‘Ne tuhaf! İnsanoğlunun bu dünyada en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı. İnsan içinde bulunduğu anı derinleştirmeyi zamanla, yani zamanı azaldıkça öğreniyordu.

Şöyle bir düşündüğümüzde tek gerçeklik yaşadığımız an… ne öncesi ne sonrası… Bazen bir sonraki adımı düşünmekten anın tadını çıkaramıyoruz ya da geçmişin pişmanlıkları bugünü gölgeleyebiliyor.

Zaman neler öğretmiyor ki bize…

An geliyor, acıları dindirmede, yaraların kabuk bağlayıp iyileşmesinde, dost gibi görünüyor, bazen de böğrümüzde saplı duran bir hançer oluyor, yüreğimizi kanatıyor. Bizi bir kıskacın içinde bilinmeze doğru götürüyor.

Zamanla değişiyoruz, kendimizi daha çok tanıyor; değerlerimizi, ihtiyaçlarımızı farkına varıyoruz.

Zamanı yönetmek elimizde olmasa da kendimizi, duygularımızı yöneterek onunla yarışmak yerine barışmayı başarabiliriz; kendi amaç ve isteklerimize göre yaşamayı seçerek…

Sözlerimi Goethe’nin bir cümlesiyle noktalamak istiyorum:

‘Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır’

Umarım kıymetli zamanınızı çalmamışımdır!